25 Nisan 2021 Pazar

ISTANBUL MU, BOSTONBUL MU



Istanbul'un havasına güven olmaz diyenler
Gelin bir de Boston'u görün
Sabahı buz, bi ara yağmurlu, bir ara bildiğin sıcak, bir ara çılgın rüzgarlı.
Bu gidişle çocukların burnundan sumuk eksik olmayacak
Okyanus havasına bünyeleri ne kadar sürede alisacak bakalım

Bu arada dün arabadan okyanusu gördük, artık seneye okyanusa pikniğe gideriz 
Gelenleri bekleriz...

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Çağından önde giden doktorlar...




Sevgili Canan KARATAY hocam,
belki de döneminizin yarım yüzyıl ötesinden gidiyorsunuz...
Tıpkı "mesele, anneye veya bebeğe zarar verme riskine girmeden doğum sürecinin kolay geçmesini nasıl sağlayacağımız değil sadece; bunun ötesine geçmeliyiz. Çocuk doğurmanın, esasen, fiziksel olduğu kadar manevi bir başarı olduğunu da anlamamız gerek... Bir çocuğun doğumu, insan sevgisinin en üst noktada tekamülüdür."* diyen 1900'lerin başında doğup ortalarına kadar yaşamış İngiliz doğum uzmanı Grantly Dick-Read gibi...

Gözlemlediği doğumlar neticesinde doğumda 'korku' duygusunun ağrı sendromuna yol açtığına kanaat getirir, "Korku-Gerginlik-Ağrı Sendromu" diye isimlendirdiği kuramını geliştirir.
Meslekdaşları doğumun ağrısız olabileceği kavramını aklından geçirdiği için bile onun çılgın olduğunu düşünür ve kimse ona kulak asmaz. Daha sonra, 1933 yılında Doğal Doğum adlı kitabının yayınlanmasıyla kuramı biraz dikkat çeker; kitapta, fikirlerini daha da belirgin hale getirir ve aslında bedenin doğumun rahatsızlığını azaltmak üzere mükemmel şekilde donatılmış olduğunu ifade eder. İlaçlar ve forsepsle "dünyaya getirme işini yürütme" ye alışmış olan meslektaşları ona hala kulak tıkar. Korku ve gerginlik olmadığında, kendi bedenlerimizin içindeki bir şeyin rahat bir doğumu kolaylaştıran doğal bir gevşetici salgıladığı kuramı o zaman için fazla radikal bir düşüncedir.
Dick-Read buna bir isim veremiyordu ama doğum yapan kadınlar korkuyla sınırlanmadıklarında daha kolay bir doğuma izin veren harika bir şeyin olduğunu GÖZLEMLERİNDEN biliyordu ve "benim kuramlarım bir laboratuvardan değil, doğum yapan annelerin başucundaki gözlemlerimden çıkmıştır" diyordu.**
Bugün Dick-Read'in söylediği şeyleri kabul ediyor, hatta onun felsefesi ile yetişmiş, bu felsefeye HypnoBirthing Mongan Yöntemi adını vermiş Marie F. Mongan'ı takip ediyor, onun öğrencisi olan eğitimcilerini yurt dışından ülkemize getiriyor, onlardan eğitim alıyor, gebelerimize bu eğitime katılmalarını, kitabı okumalarını salık veriyoruz.


Hal böyleyken, doğuma dair geçmişten günümüze gözlemlerle başlayıp, sonradan kanıta dayalı tıp çalışmalarına dönebilen yaklaşımlar var iken; bugün Canan Karatay hocaya alınan bu tavır nasıl açıklanabilir?
Bir 5, 10, 20 sene sonra söyledikleri kanıta dayalı tıp çalışmaları olursa, bugün şiddetle karşı çıkıp, alaya alan, kızan, iyi oldu diyen kişiler, sağlık uzmanları ne düşünecek, nasıl cevap vereceksiniz? 
O zaman öyle idi, şimdi elimizde kanıt var diyeceksiniz.
Pekii, o kanıtların varlığını yokluğunu bilimsel olarak değerlendirmeye bugünden başlasanız, biraz istatistik, kimya, biyoloji çalışsanız, mesela gebelikteki rutin uygulamalardan birine yönelik bilimsel yeni bir bilgi ülkemizden çıkmış olsa güzel olmaz mı? 
Böyle yaptığınızda belki de HypnoBirthing felsefesi ile doğan bebeklerde görüldüğü söylenen özelliklerdekine benzer nitelikler taşır yeni doğanlarımız, çocuklarımız; kibar, merhametli, özgüvenli ve sevgi dolu bir ülke olur ülkemiz, bunu denemeye değmez mi, ne dersiniz?
*
**HypnoBirthing kitabı Doğal Doğumun Doğuşu bölümü.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Temmuz ninnisi...


Temmuz'un buğusuyla
Fesleğen kokusuyla
Kirpiğine düşsün uyku
Usulca uyu...

GÖKKUŞAĞINA VARMAK?!



Günlerden bir gün, evlerden bir ev, çocuklardan bir kız çocuğu çizgifilm izliyormuş, çizgifilmde bir gökkuşağı varmış, gökkuşağının renkleri o kadar hoşuna gitmiş ki, mutlu bir tebessümle ekrana bakakalmış…

Çocuklar nasıl sevmeye başlarlar gökkuşağını? Rengarenk resmedilen çocuk kitaplarında gördükleri için mi, ya da çizgifilmlerde kullanılan bir senaryo olduğu için mi, yahut adlarından bir adı ebemkuşağı, diğer bir adı alaimisema olan bu doğa güzelliği; ötelerden bu dünyaya, semadan arza kayarak inmenin içkin bir sembolü olarak, sevgisi çocukların gönlünde zaten yazılı mıdır?

Çizgifilmin devamında ilginç bir şey olmuş, gökkuşağının altından geçen kişinin cinsiyetinin değişeceğini duymuş küçük kız, buna bir anlam verememiş, anlam verememiş veremesine ama çocuk dünyasının hayal zenginliğince kabul etmiş olanı… Sonra düşünmeye başlamış, peki ben gökkuşağının altından geçersem, o zaman ne olacak, ben o zaman abim gibi mi olacağım, öyleyse elbiselerim ne olacak! Küçük kırmızı kalpli karpuz kollu elbisem, annem dikmişti, çanta da dikmişti annem, onlar ne olacak? Ya üç katlı fırfırlı, arkasında kurdelası olan mor elbisem, onu da mı giyemeyeceğim, ama ben erkek olmak istemiyorum ki, öyleyse çok dikkat edeyim, aman gökkuşağının altından geçmeyeyim!

Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış, o kız çocuğu büyümüş, büyümüş de kendisinin de bir kız çocuğu olmuş. Doğan büyür, doğan yürür, kız çocuğunun kız çocuğu da büyümüş, konuşur, koşar, zıplar olmuş, sonra bir gün gökkuşağı ile karşılaşmış...

Anneeeeee ne kadar güzel demiş, pek bir şaşırmış...

Gözlerini kırpıştırmış, bir daha bir daha bakmış...

Ne şanslıymış ki; o baktığı gökkuşağı bir şelalenin coşkun damlacıklarının güneşin huzmeleri ile gün boyunca muhabbette olduğu bir yerde imiş, hiç kaybolmuyor, hatta yanına bir ikinci üçüncü kuşak ekleniyormuş...

Çocuk buna gerçekten şaşırmış...

Mutluluğun tebessümü arzı aşmış...

O günden sonra gökkuşağını beklemek gibi bir gündemleri olmuş hep, yağmur sonrası biraz güneş gördüklerinde gözlerini gökten ayırmaz olmuşlar, ne dersin anne belki şimdi çıkar, belki şimdi diye diye beklemişler...

O günden sonra gökkuşağı resimleri çizmiş bolca küçük kız...

Gökkuşağının olduğu her şeyi sevmiş...

Hikaye kitabında gökkuşağından bir uçurtma görmüşler...

O uçurtmanın hayalini kurar olmuş küçük kız...

Bir çocuk ömrünün altı ayı sürecinde öyle bir uçurtmasının olmasını beklemiş...

Nihayet bir gün uçurtması gelmiş...

Çocuk çok sevinmiş, gülüşleri kış mevsimine baharı getirmiş...

Sahile gitmişler babası ile, uçurmuşlar gökkuşağı uçurtmasını rüzgarın nefesi ile...




Hikaye devam ededursun, biz hikaye aleminden gerçek aleme dönelim yüzümüzü...

Gökkuşağının yetişkinler nezdindeki algısını irdelersek, özellikle son yıllarda yoğun LGBT etkisi ile cinsel kimlik bağlamında anılmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugün gökkuşağı bayrağını gördüğümüzde biliriz ki, orada; evrensel olağan cinsiyet rolünü reddeden veya reddedenleri olumlayan bir bakış açısı yer almaktadır.

Konu ile ilgili dini, bilimsel ve sosyal psikolojik tartışmalar devam ediyor. Bu yazının amacı cinsel tercihini olağan olandan farklı yapan bireylerin bu tercihlerinin nedenlerini irdelemek değil. Bu çok daha ayrıntılı araştırmaların konusu olacak bir mevzudur. Bu yazıyı konuya destek olan ve karşısında duran görüşlerden bir kısmının argümanlarını değerlendirmek maksadıyla kaleme alıyorum.

Herkesin malumu olacağı üzere dini merkezli görüşler aynı iki cinsin cinsel bir yakınlaşma içine girmesine onay vermez. Suan yaşadığım ülke ve şehirde dindar hristiyanlar tıpkı dindar müslümanlar gibi aynı çiftlerin evlilik ilişkisine karşı duruyorlar. Dün dinlediğim radyo haberinde; bir kilisenin papazı kendisine bu taleple gelen kişilerin isteklerini gerçekleştiremeyeceğini, nikah işlemini yapmayacağını belirtiyordu. Benzer şekilde, tercihlerini desteklemedikleri bu gruplar ile herhangi bir işe alım veya emlak alışverişinde bulunmak istemeyen ve bu tercihin de kendi hakları olduğunu belirten grupların savunmalarını dinledim.

Nihayetinde; herkesin kendi tercihi değil mi, evimi vermiyorum!

Nihayetinde; benim kurumumun tercihi değil mi, mesela biz şirket olarak LGBT çalışan ise alımı yapmamaktayız!

Yukarıdaki iki cümleyi Türkiye'de söylemek kolay olabilir ama dünyanın bazı ülkelerinde böyle yaparsanız ve şikayet edilirseniz dava edilebilir ve ayrımcılık yapmaktan ceza alabilirsiniz. Peki, dini bakış açıları hem cinslerin birlikteliğine neden karşı? Mesela LGBT yürüyüşünde bu karşıtlığın nedenlerini düşünüp, o an kendisine bir mikrofon uzatılsa, bu karşıtlığa kimsenin kutsalını incitmeden cevap verecek birileri var mıydı? Varsa onları dinlemeye ve anlamaya çalışmaya gönlü açık insanların olduğunu bilmelerini istiyorum...

Bir kadın ile bir erkeğin seksüel ilişkisinde dinin dikkat ettiği ana konunun, doğması muhtemel yeni neslin haklarını korumak; velayet makamını belirleyerek, soyağacı kaydının doğru yapılması olduğunu söyleyebiliriz.

Bir diğer önemli husus, iki hemcins bireyin bir araya gelmesinden yeni bir tohumun hasıl olmamasına, ilahi düzenin biteviye işleyişine sekte vurulmasına tevhidi bir itiraz diyebiliriz. Din bu itirazı sadece insan için değil tüm türler için mahfuz tutar. Bir örnek ile açıklarsak, meyve veren bir tür ağaca başka bir türün, tohumun aşılamasının yapılması dinen caiz değildir, onay verilmez 
(meyvesi olmayan ağaçlarda çeşitli aşılama türleri kullanılabilir) çünkü her tür, bir alem; bir ayet olarak nitelenerek mukaddes kabul edilmiş ve biricikliğinin korunması çok önemsenmiştir. Tohum demişken, LGBT bireylere destek olan bazı doğa sever, natüralist bakış açısındaki bireylerin kendi yaşam pratiklerindeki hassasiyetleri ile LGBT bireylere destek olma davranışları arasındaki bağlamı ve bu bağlamın tutarlı olma durumunu konuya bir katkı olması amacıyla inceleyebiliriz. 

Yoğun ve düzensiz kentleşme hepimizi daha doğal bir hayatı arzular hale getirdi, çok doğal olarak kopup geldiğimiz yerden, cennetten bir koku, bir görüntü görmek istiyoruz, bu ontolojik güven ihtiyacımızın bir yansıması… Kentli modern bireyler olarak perma kültür faaliyetlerine katılıyor, kimimiz yolu tarımdan geçen bir emekle hayat kazanmanın imkanlarını arıyoruz, hiç olmadı balkonumuzu, terasımızı varoluşun sürekli türeyen korosuna mekan kılıyoruz, bu çabaların hepsi çok güzel. Tohumlar, fidanlar, fideler, ağaçlar, meyveler, sebzeler, kuşlar, böcekler, tüm doğa, her bir alem, Allah'ın yaratma sıfatının ve sanatının eşsiz güzellikleri. Güzelliklere tanık olmak... Sahi nedir insanın dünyadaki görevi? Bu soruya kıymetli bir cevap olarak; Turan Koç'un İslam Estetiği isimli eserinden unutamadığım şu cümleyi söyleyebilirim: İnsanın dünyadaki varlık sebebi, "yaratmada çeşitlemeyi" hayale sığmaz boyutlarda gerçekleştiren Allah'ın sanatı ile bütünleşebilmektir... Ne güzel bir amaç, ne kutlu bir sebep... Sanat eyleyişi beraberinde ölçü kavramını da gündeme getirir. Kavramların manalarını düşünmenin hayatı daha anlamlı hale getirdiğini düşünen biri olarak, bu aşamada ilahi kitabıma bakmayı varoluşsal bir gereklilik olarak görüyorum. 'Ölçü'den bahseden şu ayetlere rastlıyorum: 


Hicr (21)
Çünkü hiçbir şey yoktur ki, kaynağı Bizim katımızda olmasın; (19) ve Biz hiçbir şey indirmeyiz ki, kusursuzca belirlenmiş bir ölçüye, bir uyuma dayanmasın.


Kamer (49)
BAKIN, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık;



Rahman (7)
Ve O, gökleri yükseltti ve [her şey için] bir ölçü koydu


Bakara (53)
Ve [hatırlayın,] Musa'ya ilahî kelâmi -[böylece] doğruyu yanlıştan ayırd etmek için [kullanacağı] ölçüyü (38) - vermiştik ki doğruya yönelesiniz;


İnfitar 6-8

6.EY İNSAN! Nedir seni lütuf sahibi Rabbinden uzaklaştıran
7.seni yaratan ve varlık amacına uygun olarak şekillendiren, (4) tabiatını adil ölçüler içinde oluşturan (5),
8.ve seni dilediği şekilde bir araya getiren (Rabbinden)?


Bugün hepimiz doğanın bir parçası, aynı zincirin halkalarıyız diyen; atalık tohumları tohum-takas faaliyetleriyle değiştirip yaşatmaya çalışan; ertesi yıl kendini yeniden üretemeyen 'ebter' tohumlara haklı olarak hayır diyen kişiler pusula tohumdan insana döndüğünde neden benzer düşünce silsilesini takip etmiyorlar? Zira, insan teki de bir tohumdan üremiyor mu, insanlık tohumunun sürekli kendini yenileyen, gür soylar türetmesine imkan vermeyen hem cinsler arası ilişkiye hangi olumlu sebepleri ile destek veriyorlar?

Atalık tohumların yok olmasına karşı çıkışlarını "çünkü sistem bizleri kendine köle etmek istiyor" diye açıklarken, hem cinsler arası ilişkiyi tüm dünyada meşrulaştırıp insan soyunun sağlıklı bir şekilde çoğalmasına mani olmaya çalışan; çoğalamayan soyların aktarılamayan ekonomik varlıklarını kendine aktaracak olan; tohumlarda yapmaya çalıştığı ve yaptığı tekelleşmeyi insan cinsi için de gerçekleştirme gizli ajandasını bu yol üzerinden tutturmaya çalışan; nihayetinde insanın varoluşuna kasteden bu sistem oyununu neden aynı perspektif ile açıklayıp, eleştirmiyorlar?


Buğday tohumundan insan tohumuna uzatırsak boynumuzu, lakabımız bibi, doğumla ilgili hikayeler anlatmak için ninniledik bu ismi kulaklara... Doğumlar güzelleşsin arzumuz, mümkün mertebe doğumun doğası olan normal doğumla gelsin istiyoruz bebekler dünyaya... Bununla birlikte, bir yerde doğalı, normal akışı desteklerken; benzer başka bir konuya yönelik tutumlarımız, zihin izleğimiz nasıl oluyor da böylesine yolunu değiştiriyor? Birkaç gündür profillerinde gökkuşağı  fotoğrafları ile endam eden doğum destekçileri, doğum dostlarının söz konusu tutumlarını anlamakta zorlanıyorum. Nasıl ki sezaryenin bu kadar normalleşmesinden memnun değil isek; nihayetinde taraflarına biyolojik, psikolojik, manevi-ontolojik, toplumsal sıkıntılar veren bu durumu nasıl normalleştirebiliriz ki!

Evet, bunları düşünmemiz gerekiyor, futbol maçı seyreder gibi sokaklarda bağırmak bize bir zafer vermiyor.

Kimse kazanmıyor, kimse mutlu olmuyor.

Konunun üçüncü bir boyutu olarak, çocuk algısının olumsuz yönlendirilmesine değinmek istiyorum. Yukarıdaki hikayeyi yeniden hatırlarsak ve kendi çocukluğumuzu düşünürsek; çocukken özellikle pozitif şekilde anlam dünyamıza katılmış, kaydolmuş öğelere yetişkin olduğumuzda hep bir yakınsama ile bakarız. Mesela, faize karşı olan ama çocukken bir bankadan kendisine hediye verilen kumbaranın güzel anısına (ve evet tam da burada, evet ya, ah o kumbara diye tebessüm edebiliriz) o bankaya bakışında hep bir duygusallık olacak bireyler olabiliriz.

Hal böyleyken, çocukların küçükken sevip kıymet verdiği gökkuşağını; sistemin ona eklemeye çalıştığı bu gizli ve hatalı yüklemelerden, imajlardan korusak; bu doğa güzelliğini çocuksu tebessümlerin ve mutluluğun anımsandığı bir hayal değer olarak korusak olmaz mı? Bir anne olarak evlatlarım adına gökkuşağının özgürleştirilmesi talebinde bulunuyorum: 

Bir dünya bırakın biz annelere, karışmayın çocuklarımızın gökkuşağına yükleyecekleri çocuksu anlamlarına, hikayelerine...

Hikaye demişken, LGBT bireylerin hepsinin ayrı bir hikayesi var, kimilerine bizzat şahit olduk, kimilerini dinledik, duyduk... Konu ile ilgili birkaç günlük süreçte kurulan diyaloglardan gözlemlediğim şudur ki, özellikle kadınlar olarak bu konunun derdini çekiyoruz.
Dünyanın ve ülkemizin her köşesinde olağan cinsel rolüne itiraz eden kişiler var, gizli olarak yaşayanlar, neden gizli yaşayacakmışım diye eylemini meşrulaştıranlar var (ki en çok eleştirdiğimiz durum da bu haldir), ailesel sorunlar, yanlış yönlendirmeler nedeni ile bu temayülü yaşayanlar, toplumun kötü ruhlu, iki yüzlü insanlarının mağdurları olanlar...
Üzülerek biliyoruz, çok acı, çok gözyaşı var...
Belki de gökkuşağından önce yağan yağmur taneleri gözyaşları olarak daha temsil edici bu yüreklerin yaşadıklarını...
Ve gökkuşağı yağmurdan kaçışın şemsiyesi, sığınağı...

Son cümlelerimizi olumlu çağrılar ile tamamlayalım. Her insanın içine konulmuş bir kemale ulaşma arzusu, emeli vardır. Bu emel bazı kişilerde çeşitli riskler nedeni ile baskılanır. Ama ruh bu ideale ulaşmaya çalışmaktan hiç yılmaz aslında, hep o yolu gözler. 
Kemale ulaşma idealini gökkuşağı hayalinde aramayı çocuklara bırakarak, oturup aklı selim ile düşünmeyi, yaraları sarmaya çalışmayı, kimsenin kutsalına hakaret etmeden nasıl iyileşeceğimizi konuşmayı denemeliyiz. Şüphesiz ki, bu hal biz yetişkinlere daha çok yakışmaktadır.

Bu yolda gökkuşağı hayalini bize bilabedel sunuyormuş gibi yapanlara da şu soruyu sorup, akabinde cevabı verebiliriz. 

Gökkuşağına gitmeye çalışmak vuslata, sılaya, eve ulaştıracak bir gidiş midir? 

Gökkuşağı bayraklarını bilinçli bilinçsiz sallayanlar bilirler mi, ne kadar gidilirse gidilsin, ne kadar yakınlaşmış görünürse görünsün gökkuşağı ile aradaki mesafe hep aynı kalıp, değişmemektedir...





18 Şubat 2015 Çarşamba

KAR TANESİ BENTLEY



çiftçilerin saban sürdüğü
karanlığın lüks lambalar ile uyandırıldığı zaman
bir çocuk yaşardı karı çok seven
dünyadaki her şey ama her şeyden






kar tanelerine aşık olan bir çiftçi bilim adamı Wilson Bentley,
çektiğin fotoğraflar tıpkı kar kristalleri gibi şehrin Vermont'dan uçarak dağları aştı ve dünyayı dolaştı
insanlar eldivenlerine yağan mucizeye şahit olabilmek için yaşadığın yerlere geldi, seni andı
ruhun şad olsun “kar tanesi adam”


13 Şubat 2015 Cuma

DOĞUM ŞEKLİNİN AİLE, EBEVEYN, ANNE, BİREY OLMA YAKLAŞIMLARINI ETKİLEMESİNE YÖNELİK OLARAK

Elbette başka dinamikler de vardır ama ülkemizde son yıllarda gerçekleşen boşanmalarda evladın vesayetini almak istemeyen annelerin arttığını biliyor muyuz? 
Bu konuda aile, sağlık ve adalet bakanlığı arasında ortaklaşa çalışılarak istatistik tutulmasını isterdim: Vesayeti isteyen annelerin doğum şekli, istemeyenlerin doğum şekli?..

Kim bilebilir belki doğumhanelerde toplumun en önemli birimi dediğimiz ailenin; hayatı kavrayış ve davranış biçimini derinlemesine etkileyen şeyler oluyor. Kim bilebilir belki de doğumhaneler insanın kendisiyle, insanın toplumla, insanın varlıkla ilişkisini iyi tutmayı, yapıcı olmayı salık veren selim tabiatlı ya da tam tersi umursamaz, yıkıcı olmayı tetikleyen habis yönlü hayat enerjisinin, alem tasavvurunun yüklendiği yerler oluyor. Bu minvalde, mesela SSVD'yi istemeyi, desteklemeyi, mesela doğar doğmaz anne bebek temasını saygıyla karşılamayı hayatın iyileştirici yönlerine odaklanmak olarak değerlendiriyor, sonsuz takdir ve saygıyla karşılıyorum.


12 Şubat 2015 Perşembe

bir hayat,mahçup ve duru Tanrım, gülleri ve sessiz harfleri koru

Dün akşam okuduk bu şiiri, birkaç kere
Son üç mısranın bazı insanlara ne kadar yakıştığını düşündük
Ve sabahleyin ışıl ışıl üç tane gencin bir insanımsı tarafından öldürüldüğünü öğrendik...

Allah rahmet eylesin...

Düş ve Dua
yağmura,nisana ve yaşıma aldanıp
uçurumları kıyı sanarak
ve dağlar erişilmeyince acı verir
sözünü unutarak
kaf dağına gitmek istedim

ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara
bir derviş olup yürüdüm uzaklara

yanıldı denektaşım geriye döndüm
Kutsal Sözler Panayırı'na sığınıp
ipeksi bir sessizliğe büründüm:

bir hayat,mahçup ve duru
Tanrım, gülleri
ve sessiz harfleri koru.

İbrahim Tenekeci